7 Haziran 2014 Cumartesi

göçebe günler'in -galiba- sonu ve son yazısı...

Hemen söyleyeyim: 3 Eylül 2012’den beri süregelen göçebe yaşamım 27 Mayıs 2014 itibariyle, yani 633 günün sonunda son buldu. Hem de bir taşla çok sayıda kuş vurarak (bu deyim de pek sıkıntılı aslında ya…): Öncelikle; evsizlik, odasızlık, eşyalarımın yurdun dört bir yanına dağılmış olması gibi durumların beni artık yormuş olması sonucunda “evim” diyebileceğim belirli bir yere ihtiyacım vardı artık ve bu ihtiyacım giderilmiş durumda. Şimdi, zaten çok az miktarda olan eşyaları buraya toparlama zamanı. İkinci olarak, bu 633 günün başında aklımın ucundan bile geçmeyen bir konu olan kırsalda, doğayla iç içe yaşama düşüncesinin bu süreç içerisinde içimde ciddi bir şekilde kök salmış olması sonrasında, şu anda ormanın içinde, görüş ve yürüyüş alanımın içinde deniz ve dağların olmasıyla bu isteğimin de karşılanıyor olması. Üçüncüsü ise, yine bir süredir bir topluluk içinde yaşamak istiyor ve şu anda tam da böyle bir “şey”in içine düşmüş olmam!

Bütün bu güzellikler Muğla’nın Köyceğiz ilçesine bağlı olan Çandır Köyü’ne (gudubet büyük şehir yasası ile kağıt üstünde mahalle olarak geçiyor artık) yerleşmiş olmamdan kaynaklanıyor. Begüm’ün çağrısı ile geldim buraya (yani Begüm’ün evine) ve dokuz gündür burada yaşıyorum. Birkaç aydır burada yaşayan Bülent’in yanı sıra yarın bize katılacak olan Burcu’yla birlikte ekip tamamlanmış olacak. Bu dörtlü; birlikte yaşamayı, topluluk olmayı deneyimleyeceğiz.

Burası bir köy evi, kocaman bir bahçesi falan da var ama bir şeyler yetiştirmek için sınırlı toprağımız var şimdilik. Evin arkasında iki günde ufak bir bahçe oluşturuverdik Bülent’le ve biraz yeşillik, biraz da biber, domates, kabak vs. ektik-diktik; bakalım hangileri yüzümüzü güldürecek.

Bunun dışında evin önü açıklık ve karşıda dağları, ağaçların arasından da denizi görüyoruz. Her bir yanımız ağaçlarla, ormanla kaplı. Komşumuz Güllü Abla’dan yumurta, süt gibi ihtiyaçlarımızı karşılıyor, yoğurdumuzu yapıyoruz. Yakın gelecekte peynir de yapmaya başlarım diye düşünüyorum. Bu arada ekşi mayalı ekmeğe de giriştim tabii hemen.

Köyden diğer kişilerle de tanışıyorum yavaş yavaş. Çok güzel insanlar hepsi… Bir gün birisi kabak getiriyor, öbür gün bir diğeri domates veriyor, diğer bir gün ise birinin bahçesine dut yemeye gidiyoruz…

Yakın gelecekte yaşamak istediğim yer buradan çok farklı bir yer değil. Sadece daha fazla ekip biçebileceğimiz ve mümkün mertebe tüm gıda ihtiyacımızı karşılama şansı bulacağımız, bir sürü de meyve ağacı dikebileceğimiz bir alan olsa, bir de suya erişim kolay olsa yeter, başka bir şeyde gözüm yok.

Aynı şekilde topluluk olma anlamında da bunun ötesinde bir beklentim yok. Üçümüzün çok güzel bir uyum yakaladığını görüyorum, işler kendi akışında akıp gidiyor, kimi zaman biri daha fazla sorumluluk alıyor, diğer bir zaman bir başkası… Her türlü konuda ortak karar alarak, birbirimize danışarak ilerliyoruz… Kimse kimseden bir şey yapmasını beklemiyor, bununla birlikte yapılası her şey ahenkle halloluyor. Burcu da gelince bu ahengimizin daha da güzelleşeceğinden eminim. Ayrıca para-pul konuları, ortak kasa oluşturma vs. konularda da konuştuk biraz ama bunları Burcusuz karara bağlamak istemediğimiz için askıya aldık, bekliyor.

Dedim ya topluluk olma anlamında başka bir beklentim yok, hayal ettiğim gibi bir oluşuma doğru gittiğimizi hissediyorum hâlihazırda. Ha bir tek, daha çok ekip biçtiğimiz, daha fazla işbölümü vs. gerektiren bir yerde yaşamaya başladığımız zaman topluluk nüfusunun artmasını isterim sanırım; hem işlerin daha kolayca hallolması hem de daha fazla sosyalleşme şansı sağlaması için. O zaman iyice tadından yenmez herhalde…

Durumlar böyle işte. Seyahatlere, otostoplara son verecek değilim tabii ama artık bi’ evim var, dolayısıyla göçebe günler de son bulmuş oluyor sanki. Bu durumda belki de –ve galiba– bu blogun son yazısı* olmuş oluyor bu. Vay bee!

Bu yolculuğumu takip eden, merak eden, ilham, destek veren herkese sonsuz teşekkür!


* Bu blogun son yazısı muhtemelen ama yön değiştiren hayatımda olan biteni yazmaya devam etmek istiyorum. Hatta şu anda deneyimlediğim(iz) topluluk yaşamındaki tecrübelerimizi paylaşacağımız yeni bir blog açmayı konuşuyoruz. Yakında kokusu çıkar. ((:

8 Mayıs 2014 Perşembe

Flora, şenlikli günler, Hızır Reis...

Son yazıdan devam...

Kaş'ta ekipten ayrıldıktan sonra otostop çekmeye başladım. Hedefim ya Alanya'ya varmaktı ya da Flora'ya. Yani otostoptaki şans durumuna göre... Daha önce olduğu gibi yine zorlandım Kaş çıkışında. Bir buçuk saate yakın bekledikten sonra Mustafa Abi durdu ve Demre'ye kadar yavaş yavaş gittik beraber. O kadar acayip bir adamdı ki kelimelerim kifayetsiz kalacağı ve anlatamayacağım için üzülüyorum. Diğerleri gibi o da çok fazla soru sordu ve çok fazla şaşırdı, ağzımdan çıkan her kelimeye... Ama tepkileri ve yorumları çok komikti. "Yani Emre sen beni öyle bir hale koydun ki şimdi, bilmiyom..." , "Emre, sorularım sana garip geliyor olabilir ama senin cevapların da o kadar değişik geliyor ki bana, çok değişik düşünceler giriyo içime...", "Şimdi Emre, gelsem yanına, gezsem seninle dağ tepe... Olmaz ki, nasıl gezecem bu koca çantayla..." gibi gibi cümleler. Ama işte tonlaması ve genel hali ile birleşince, poff...

Sonra bi' çocuk beni 8-10 km öteye götürdü. Tam viraj ağzında, araçların beni zor göreceği bir yerde bıraktı ama Kalkan'da yaşayan Onur'la Nurçin hemen imdadıma yetiştiler. Tabii bu arada neredeyse akşam olduğu için ben çoktan Alanya planını sonraya bırakmıştım ve rotayı Flora olarak kesinleştirmiştim. Sonra olmayacak şey oldu, Onurların Alanya'ya gitme ihtimali varmış meğer (zira Demre'den doğrudan Alanya'ya giden bir araç bulma ihtimali benim kurumsal bir firmada çalışma ihtimalimden bile düşük). Gelecek olan bir habere göre ya Alanya'ya gideceklerdi veya Antalya'ya... Her halükarda Flora'ya ulaşmayı garantilemiştim, bununla birlikte "bu bir işaret!" diye düşünüp  Alanya'ya devam ederlerse onlarla gitmeye karar vermek üzereydim. Sonra Alanya işi olmadı ve ben Flora'ya sapan yolda indim, muhteşem orman yoluna saptım ve ilk gördüğüm günden beri "masaldan fırlamış bir yer" olarak tanımladığım hayata koştum.

Gittiğimde harıl harıl çalışıyordu insanlar (Selahattin, Ayşe, Ilgın, Serhat, -yeni tanıştığım ve taze istifacı- Atakan), sandalye tamiri, yeni duş-tuvaletlerin son rötuşları, yemek vs... Pek bir şeyin ucundan tutacak halim yoktu, hava kararmadan Bonustepe'ye (çok görülesi bir yer, çoook) çadırımı attım. Sonra da yemek, muhabbet... Çenem de nasıl düşüktü o akşam, anlattım da anlattım bir sürü. Enerjim bana fazla geldi o gün, fiziksel yorgunluğuma rağmen. Ha bir de akşam Atilla da katıldı aramıza, Likya yürüyüş grubundan...

Ertesi gün bir sürü iş kotardık akşam üstüne kadar. Güzel bir kahvaltı sonrasında, önce Atilla ve Atakan'la, Flora'ya çıkan yolda derenin içinden geçen yolu güçlendirme çalışması yaptık, süper de bir ekip olduk. Sonra çalı çırpı vs. topladık, biraz odun kestik... Derken akşam üstü ekmek yoğurdum, ki çok özlemiştim bunu. Kaç haftadır sabit bir ev hayatından uzak olunca ekmeğimi yapamaz olmuştum. Ekmek sonrasında ise 7-8 günlük aradan sonra ilk kez internete girdim, facebook yazışmaları, e-postalar, Hayatı "Kut"layalım etkinliği ile ilgili işler, yazışmalar derken enerjim çekildi sanki. Ne de iyi gelmiş meğer bana, online olmama halleri.

Ha bir de ertesi gün işbaşı yapacağından mütevellit, Atilla'nın içi çok buruk ve hiç istemeyerek Antalya'ya yola düşmesi beni pek üzdü, paylaşmadan geçmeyeyim. Zaten bir süredir beni başkaları adına üzen şeyler hep bu minvalde. Hastalık, ölüm vs. bile olunca çok takılmıyorum, "hayatın getirdiği şeyler" olarak bakabiliyorum da insanların sistemdeki sıkışıp kalma halleri fena yapıyor beni. Yine de üstüme almamam lazım tabii, bilmiyor değilim.

O gün öylece geçti ve Cumartesi günü İkinci Geleneksel Flora Bahar Şenliği başladı. 3 Mayıs'ta başlayıp 6 Mayıs'ta hıdrellezde son bulacak etkinliğin kapıları herkese açıktı. Cumartesi, Pazar ve benim ayrıldığım Pazartesi öğlenine kadar kimler kimler geldi... Muhabbetler, şarkılar, doğaçlama müzik yapmalar (kaç yıl sonra ilk kez davul çaldım, pıfff) vs. derken paldır küldür geçti birkaç gün. Bense internet sonrasındaki düşük enerjili modda devam ettim. Ama biliyorum artık kendimi, ortam kalabalıklaştıkça ben yavaşlıyorum ve kapanıyorum, kişi sayısı azaldığında ise ters orantılı olarak enerjim yükseliyor. Öyle bir hallerdeyim işte 1,5 yıldır. Neyse efen'im, son gece (yani benim son gecemde) güzel bir çember yaptık, o iyi geldi mesela. Tek bir kişinin konuştuğu, kalanların onu dinlediği, aynı anda üç beş konuşmanın dönmediği sakin bir ortam... Seviyorum bu çember kafasını... ((: Ondandır "Hayatı 'Kut'layalım" adı altındaki etkinliklere üst üste el atma nedenim. Dün facebook'a şöyle bir şey yazdım hatta: "benden duymuş olmayın ama dünyayı çemberler kurtaracak." Geometrik olarak da çoğalıyoruz valla, bakalım sonu nereye gidecek bu işin... ((:

Derken derken Pazartesi günü kendimi iyice yorulmuş hissettim ve tam da Hıdrellez gecesi olmasına ve toplaşmanın bir nedeninin de bu geceyi birlikte kutlamak olmasına rağmen içimin sesini dinledim ve Alanya'ya doğru yola düştüm.

Ana yola çıktıktan kısa bir süre sonra biri durdu (adını unuttum şimdi). Şansıma hava alanına kadar gidiyordu ve bu demek oluyordu ki Alanya yoluna çıkmış olacaktım. Büyük şans! Gerçi büyük bir de şanssızlık başımıza gelebilirdi ama erkenden fark ettim neyse ki: Adam resmen ayakta uyuyor ve arabayı da bi' tuhaf kullanıyordu. Dedim "çek abi sağa, ben kullanayım, senin gözler gidiyo.". Bir iki kem küm etse de itiraz etmedi ve yerleri değiştirdik. ((: Zaten "olmaz" deseydi inerdim, neme lazım... Hava alanı sapağına kadar gittik, sonra ben otostopa devam ettim, o uçağına yetişti. Orada Cuma aldı beni ve Belek sapağına kadar götürdü, oradan da Harun ile Konya yolu ayrımına kadar devam ettim. Harun Manavgat'ta tantuni ısmarlamak için çok ısrar etti ama Flora'da Ayşe'nin yemekleri o kadar mükemmeldi ve 2 saat önce o kadar çok yemiştim ki reddetmek durumunda kaldım bu güzel teklifi. Son 50 km'yi ise kararmaya başlayan hava ve yağmur nedeniyle otobüsle geldim ve eve ulaştım.

3 günden biraz kısa bir süredir Alanya'dayım. Evin her zamanki sakinleri olan annem ve Emir abinin yanı sıra Emir abinin annesi Fatma anne de burada bir süredir. Tatlı tatlı sohbetleşiyoruz ama bugün biraz kötü hissediyormuş, odadan çıkmıyor pek. Ben her zamanki gibi hep evdeyim, bu sefer kitap da okumuyorum (biraz Kutsal Ekonomi'ye baktım sadece), sadece OT - Mayıs sayısını... Bir de internette epey vakit geçiriyorum, hem biriken yazışmalar hem etkinliğin işleri vs...

Haa, bir de şöyle bir durum var korkarım, Hıdrellez için dilekler yazıp ağaca asmışlar burada ama Fatma anne kendi kafasına göre bir şeyler istemiş Hızır Aleyhisselam'dan ((: "hayırlı bir evlilik" falan istemiş, töbeler olsun... ((:

Durumlar böyle şimdilik. Cumartesi yine yola düşüyorum... Antalya ahalisi ile görüşüp Pazartesi falan İzmir'e geçeceğim... Sonra yine hayatı kutlayıp tekrar yollar, şunlar-bunlar...

7 Mayıs 2014 Çarşamba

Üçüncü Likya Yolu seferi

Kaldığım yerden devam...

Son yazmış olduğum gün, SGK'ya gidip Genel Sağlık Sigorta'mı başlattım* ve bunca aylık ihmalimi sona erdirmiş oldum. Çok ihtiyacım olacağını düşündüğümden değil de biraz da bu sigortanın zorunlu olmasından yaptım bu işleri. Sonrasında Likya yolu yürüyüşü için birkaç parça al-ver (kamp tüpü, kuruyemiş, bir-iki konserve vs.) yaptım ve ertesi gün yola çıkmaya hazırdım.

25 Nisan Cuma günü saat 10'a doğru Burak'ın beni Çeşme otoyolunun Seferihisar gişelerine bırakmasıyla başladı yolculuğum. Önce iki abi ile Üçkuyular'a, sonra bir başkasıyla Aydın sapağına kadar ulaştım hızlıca. Bu ikincisiyle kısa sürede epey muhabbet etme şansımız oldu. Kendime biçtiğim misyonum gereği çokça virüs bulaştırmaya çalıştım ona. Sahil kasabasına yerleşme hayallerinden bahsetti, gerçekten isterse yapabileceğine ikna etmeye çalıştım. Çok şeker bir adamdı ama ikna olmadı sanırım. ((: "Hayatın gerçekleri, zorlukları" falan... Sonrasında Şirince'ye giden bir çiftle Selçuk ayrımına kadar ulaştım ve orada Harun aldı beni. Harun, Alaçatı Ev Kurabiyecisi markasını kuran kişi (büyük marketlerde falan satılıyor hep). Henüz 27 yaşında ama, adam bildiğin fabrika sahibi. Çok çok güzel geçti onunla yolculuk. Ben anlattım, o anlattı... Ona da epey virüs bulaştırdım ve onda bir miktar tesir göstereceğini sanıyorum. ((: Flora'daki şenliğe falan da davet ettim hatta; o an çok istemişti, hatta yanımda telefonda eşiyle bile paylaştı ama gelemediler. Bu arada Harun işle ilgili bir durum için Bodrum'a gidiyordu. Benim normal güzergahım Aydın-Muğla diye devam ediyor ama yolu biraz uzatma pahasına (belki 50 km. kadar) onunla Milas'a kadar devam ettim. Hem oradan otostop daha kolay olurdu ve epey bir yolu tek araçla katetmiş olurdum, hem de muhabbet pek keyifliydi.

Sonrasında Kaan aldı beni ve Marmaris sapağına kadar attı; oradan da avukat Atıl, Köyceğiz'e kadar... Buraya kadar o kadar şanslı ilerledim ki en çok beklediğim yerde 10 dakika bile beklemedim. Hayatımın en şanslı otostopu olarak devam etti belki de... Köyceğiz'de ise fena takıldım, neredeyse 1,5 saat dikildikten sonra işler yine açıldı ve üç tane genç arkadaşla Fethiye girişine, oradan Ali Abi ile Fethiye çıkışına kadar devam ettim. Sonrasında da birkaç aktarma daha yaparak 18:15'te Patara kavşağına, 18:40'ta ise Patara'ya, Camel Camping'e ulaştım. Geçtiğimiz yıl Likya Yolu yürüyüşü sırasında iki gece kalmıştık burada ve çok beğenmiştik. Güzel bir buluşma noktası olduğu için de yürüyüş için buluşma noktası olarak burayı belirlemiştik. Yenilikler de vardı şimdi, geçen yıl bomboş olan bölgeye bu yıl bungalov falan da koymuşlar. Çadırla kalmak yine ücretsiz, ohh... Ferhat askere gitmiş ama Mehmet vardı bu sefer ve o da pek iyiydi. Akşam biraz Patara'da dolanıp bir şeyler yiyip içtikten sonra yattım. Yatmadan önce ses kayıt cihazına "Bugün inanılmaz iyi ve keyifli hissediyorum kendimi." demişim bu arada, şimdi dinledim de...

Ertesi gün (Cumartesi) yürüyüş yoldaşlarım Nihan, Betül ve Atilla gelecekti ve geldiler. Gündüz Kınık taraflarında buluşup yürüyüş rotamızın gerisinde kalan Xanthos ve Letoon'u gezdiler (ben üşendiğim için gitmedim ama Patara antik kentinde dolandım biraz) ve akşam Camel'da buluştuk.



Yedik, içtik, tanıştık vs. derken yattık kalktık Pazar oldu ve yürüyüşümüz başladı. Önce dördümüz Patara antik kentini dolaştık,
sonra Kalkan'a doğru yola koyulduk. Serin denebilecek bir havada çok konforlu bir yürüyüş sonrasında akşama doğru Kalkan'a vardık. Çok rüzgarlı ve kapalı bir gündü ama gün içinde yağmadı yağmur. Yağmadı da ne oldu, gece coştu. Sahilin hemen üstündeki parka kurduğumuz çadırlarda hop oturduk hop kalktık. Gök gürültüleri, sağanak yağmur, kuvvetli rüzgar... Çadırlar ha uçtu ha uçacak, ha yırtıldılar derken sakinledi neyse ki ve güneşli, prıl pırıl bir sabaha uyandık.

(Kalkan'da çadır attığımız muhteşem yer)


İkinci günkü rotamız Kalkan-Bezirgan idi. Bezirgan'ı geçen yılki yürüyüşte çok beğenmiştim, yine çok beğendim ((: Çok çıkışlı, dik tırmanışlı ama uzun olmayan bir rota... Bezirgan'da karşılaştığımız Hacı Ali Abi'nin davetiyle onun evinde yedik-içtik, yemeğimizi yaptık, çay demledik... Sonra gittik, cami imamıyla konuştuk ve camide üst katta yattık. (Geçen yıl da Gökçeören'de cami imamı camide kalabileceğimizi söylediğinde çok şaşırmıştım. Şimdi şaşırma sırası Atilla ve Nihan'daydı, Betül ilahiyat okuduğu için bunun normal bir uygulama olduğunu biliyormuş tabii.) Çadır vs. uğraşma derdimiz olmadı böylece.

camide sabah...


Yattık, kalktık, camide yogamızı yaptık ve Gökçeören'e doğru yola çıktık. Bir-iki mini kaybolma sonrasında yolumuzu bulduk ve 20 km yürüdüğümüz yolun sonunda epey yorularak Gökçeören'e vardık. Geçen yıl olduğu gibi yine pansiyoncu Hüseyin'de çok güzel yemekler yedik, yine camide kaldık... Bu arada çadırları taşımasaymışız olurmuş valla, bir tek Patara ve Kalkan'da çadırda kaldık...

Gökçeören'deki caminin bahçesindeki                                                   muhteşem çınar!


Ve ertesi günkü rotamız Kaş yakınlarındaki Çukurbağ idi ve hem en uzun hem de en maceralı günümüze başladık. Toplam mesafenin 25 km.ye yaklaştığı ama aşırı keyifli bir etap bu. Yalnız bir ara yağmur başlayınca yağmurluklarla devam etmek, artınca da bir ağacın altına sığınmak zorunda kaldık. Sonrasında durdu ve devam ettik, terk edilmiş bir çoban kulübesinin önünde yemeklerimiz yedik; tam yola çıkarken yine bastırdı, hem ne bastırmak! Doluya bile döndü bir ara, bekledik de bekledik. Daha epey de yolumuz vardı ve hava kararana kadar Çukurbağ'a varmamız zor göründüğü için geceyi orada geçirmeye karar vermek üzereydik. (Bu arada ben şakayla karışık olağanüstü hal falan ilan ettim, çok güldüler bana ama çok az yiyeceğimiz vardı ve kalsaydık gerçekten de çok dikkatli olmamız lazımdı. Neyse, gençler eğlensin de...)

Bahsi geçen barınağımız ((:


Derken yağmur durdu, hava hafiften aydınlandı ve tekrar yağmayacağına kanaat getirerek -ve daha da çok, umarak- devam ettik. Varabilmek için epey artırdığımız tempomuz sayesinde hava kararmak üzereyken Çukurbağ'a varmayı başardık neyse ki. Bu arada Betül bileğini burktu ve son bir km.de epey zorlandı maalesef. Artık alıştık ya, Çukurbağ'da bulunan üç camiden birinde kalırız diye düşünüyorduk ama sonra -yine geçen yürüyüşte tanıştığım- dünya tatlısı Cemal Dede'nin pansiyonuna kafamızı uzattık, iki sohbet ettik ve sonrasında dedenin yanında çalışan Fatma ablayla tanıştık ve çok yorgun ve ıslak olduğumuz için -cüzi bir fiyat karşılığında- onun evinde kaldık. Yemek yedik, çayımızı içtik, yattık-kalktık, kahvaltı...

 (evdeki odamız)


Her zamanki gibi sabah oldu. (ne komik) Günlerden de Perşembe... O gün yürüyüşü bitirmeye karar vermiştik, zira hem çok yorulduk hem Betül'ün bileği çok iyi değildi hem de Atilla ve Nihan'ın iş-güç-okul programları daha fazlasına pek izin vermiyordu. Kahvaltıdan sonra Betül'ü -birkaç saat sonra buluşmak üzere- dolmuşla Kaş'a uğurladık, biz de yürüyerek inecektik son günümüzde. Daha Çukurbağ'dan çıkmadan kandil hasebiyle "pişi" kızartan Gülsüm ablanın evinin yanından geçerken ona "kolay gelsin" dememizle bahçesinde pişileri hüpletmeye başlamamız arasında sadece birkaç saniye geçti.
Yedik, devam ettik, Kaş'ın ve karşıdaki Meis'in manzarasını içimize çektikten sonra aşağı indik ve o gün öğleden sonra yürüyüşümüz tamamlanmış oldu.
(bunu ben çektim, diğer fotoğraflar -burada    görünen- Atilla Gökhan Duruhan'dan)


Ha bu arada tam biz indiğimizde Betül'ün de otobüsü oradan geçiyordu. Deli kız bizi görüp arabayı durdurdu, iki sarıldık-vedalaştık, Konya'ya doğru yoluna devam etti.

Aşağıda biraz sohbetledikten ve nefeslendikten sonra bizim de yollarımız ayrıldı. Nihan bir iki gün o taraflarda takılacaktı, Atilla gündüz Nihan'la takıldıktan sonra akşam Flora'ya geçecekti, bense otostoptaki şans durumuna göre Flora'ya gidecek ya da Alanya'ya devam edecektim. Buradan sonrasını ise bir sonraki yazıya bırakayım. Yoruldum zaten...

* Kurumsal hayattan çıkan/çıkmak isteyen, çalışmayan, kırsalda yaşamak isteyen vb. kişilere çevreden gelen en yoğun saldırı belki de hastalık durumunda ne olacağı sorusu. Valla resmi bir geliriniz yoksa bir başvuru yapıyorsunuz ve devlet, genel sağlık sigortası priminizi ödüyor. Ben yaptım, oradan biliyorum. Bilgi ihtiyacı olan varsa itina ile yardımcı olunur.




24 Nisan 2014 Perşembe

Hayatı "Kut"ladık

Nerde kalmıştık... Geçtiğimiz Çarşamba İzmir'e geldim ve Özgür'ün evinde Özgür ve Burcu ile buluştum. Yorucu ve süper keyifli günler başladı böylece; malum, hafta sonu hayatı "kut"layacaktık...

Çarşamba akşamı, Perşembe, Cuma boyunca hafta sonu etkinliğine hazırlanarak geçti. Bol hisbakışlı (jam'deki check-in'e de güzel bir karşılık mı bulduk ne); etkinlik, oyun vs. önerilerinin havada uçuştuğu günlerden sonra Cuma akşamüstüne doğru Şirince'ye, Tiyatro Medresesi'ne ulaştık.

Medrese de, Medrese'de tanıdığımız insanlar da haddinden fazla güzeldi. Zaten günlerimizin bu kadar güzel geçmesinde önemli bir pay da mekana ve mekanda bulunan Onur ve yemeklerimizi yapan Bircan'a aitti. Cuma akşamı hem mekana ısındık hem de hazırlıklarımızı tamamladık; yattık-kalktık, Cumartesi oldu. Ama ne olmak!.. Sabah acayip bir sağanak yağmur, en yüksek perdeden gök gürültüleriyle uyandık. Mekansal olarak da minik bir sürpriz yaşadık ve gerek kadınların kalacağı koğuşta, gerekse çalışma yapacağımız salonda tavan aktı. Islanan yataklar değiştirildi, çalışma yapacağımız salondan mutfağın da yer aldığı salona taşındık... Bu değişikliğin de olumlu etkileri olmadı değil, çok daha aydınlık ve daha iç açıcı bir ortamda çalışma yapmış olduk. Şikayetçi değiliz yani.

Buluşma saati olan 10:30- 11:00 arasında katılımcılar geldi ve etkinlik başladı. Etkinliğin detaylarına girecek değilim ama gerçekten çok güzel bir 2 gün geçirdik. Aralarda ve Cumartesi gecesi Burcu ve Özgür ile hazırlıklar, çalışmalar, program akışı üzerinde değişiklikler hep devam etti ve epey yorulduk. Ama güzel yorulmak... Bu arada çok güzel ve birbirini tamamlayan bir ekip olduğumuzu düşünüyorum. Bana çok şey kattı bu çalışma. Pazar akşamı etkinlik sona erdiğinde çok kaynaşmış, birbirini çok sevmiş bir topluluk oluverdik; pek de güzel olduk. Özgür ve Burcu ile değerlendirmemizi de yaptık ve etkinlik sona ermiş oldu.

Etkinlik bitti, herkes gitti; Burcu ve ben bir gün daha kaldık orada. Hisbakışlara ve sohbete devam ettik, Onur'la daha çok sohbet etme şansımız oldu; o gün orada bululan Şule, Ege ve Suzan (ve oğulları Ali) ile de vakit geçirme şansımız oldu. Oradaki kişilerle de Medrese'yle de daha yoğun bir bağ kurmuş olduk...

Ertesi sabah kahvaltı, çimlerde yayılma, gelen-gidenle selamlaşma, özellikle -neydi o kızın adı yaa- hah Turna ile sohbet, bize İngilizce şarkılar öğretmesi falan... Bi' de abisi var, Kuzgun...Öğleden sonra bir şeyler atıştırdıktan sonra Onur'u da aldık (ya da o bizi aldı), Şirince'ye gittik. Köyde gezinti, Nişanyan otelini ve bağ evlerini görme, Hodri Meydan Kulesi'ne çıkma, çok yürünesi patikaları fark etme ve burada bir etkinlik daha yapma isteğimizin kabarması...

Akşam üstüne doğru Onur'la vedalaştık ve Şirince çıkışında baş parmaklarımızı kaldırdık. Çok beklemeden orada yaşayan bir kadınla Selçuk'a, oradan bir edebiyat hocasıyla Seferihisar yoluna çıktıktan sonra bir kamyon aldı bizi ve yola koyulduk. Burcu'yu bir süreliğine ikamet ettiği Seferihisar-Doğanbey'de atıp ben Seferihisar'a kadar devam ettim amcayla. Orada otostopa başlamamla Hilal'in karşıma çıkması bir oldu. (Babamın bir arkadaşı, geçtiğimiz aylarda tanışmıştık.) Evlerinin olduğu Çamlı taraflarında indim ve bu sefer dört öğrenciden oluşan "rodtrip" ekibi durdu. Adamlar vizelerin bitmesiyle yola düşüp dört günde 3.000 km yapmışlar; Denizli, Konya, Isparta, Afyon'u arşınlamışlar. "E hep yolda geçmiştir zaman, gittiğiniz yerleri anladınız mı, algılayabildiniz mi?" soruma, "Nokta atış yaptık, gidilmesi gereken yerlere gittik, görülmesi gerekeni gördük, yenmesi gerekeni yedik." şeklinde cevap verdiler.

İzmir'de doğrudan Burak'a geldim yine. Burayı da artık iyice benimsedim zaten... Pazartesi günü öylece geçti. Salı günü akşam üstü Burcu geldi. Muhabbet ederken bir sonraki etkinlik için heyecanlandık falan (bugün-yarın kokusunu alırsınız); sonra Burak da okuldan döndü ve akşam dışarıda yemek yedik, sonra da Alsancak'a gittik. Çay-kurabiye... Yolda giderken de atölyeye gelenlere mesaj attık, belki gelebilenler olur diye. Murat, Sevil ve Özgür geldiler. Ayrıca Özgün ve birkaç arkadaşı da Kordon'daydı, biralarımızı alıp yanlarına gittik. Bir saat falan kalabildik, o sıralarda çok çok mutlu ve enerjik hissettiğimi paylaşasım var. Eski günlerdeki gibi çenemin düştüğünü fark ettim falan...

Oyy, çok uzadı ama bitiyor. Burcu'yu otogara bıraktık ve İstanbul'a yolculadık, eve döndük... Dün de süper ötesi mükellef bir kahvaltıyla güne başlayıp Urla'ya, Umman'a gittik Burak'la. Bildiğiniz (ya da bilmediğiniz) üzere Umman Olimpos'tan yeni taşındı bu taraflara; hatta beraber ev bakmıştık onunla. Evi çok güzel, kendisinin enerjisi acayip yükselmiş, tam kendini bulmuş sanki; kaza geçiren köpeği Çakıl(us) daha iyi ama epey acı çekiyor, kedisi Kum ise dün kendisine kuru mama verilmediği için Umman'a küs idi. Gitmişken Likya yolunda ihtiyaç halinde kullanmak üzere panço yağmurluğunu ve yine su geçirmeyen pantolonunu ödünç aldım ve İzmir'e geçtim. Arjin (Argın'ın yeni adı, tam alışamadım henüz) ile buluştuk, iki laklak ettik ve ondan da çadırını aldım ve eve döndüm. Akşam, yukarıda bahsettiğim ve 1-2 gün içinde kokusunu alacağınız etkinlikle ilgili birkaç detay netleşti bu arada...

Ehh bugün de kalktım, kahvaltı, duş vs. Birazdan SGK'ya gidip genel sağlık sigortamı başlatacağım, sonra yürüyüşle ilgili bir iki alışveriş yapıp döneceğim. Yarın yola düşüyorum, otostopla Patara'ya gidecek ve geçen yıl kaldığımız kamp alanına çadırı atacağım. Cumartesi günü diğer arkadaşlar da gelecek ve Pazar günü Kalkan-Kaş tarafına doğru yürümeye başlayacağız. Oradan Flora'nın bahar şenliğine geçerim, sonra da... Bakalım işte...